top of page

Çift Olmak, Çift Kalmak

Bu metinde sizlere çift olmak ve çift kalmak konusundan bahsedeceğim ve bunu psikanalitik bir perspektif kullanarak yapacağım. Yanlış anlaşılmasın, bir partner bulmak için ne yapmalısınız ya da partnerinizle daha iyi bir ilişki kurmak için nelere dikkat etmelisiniz tarzı bir içerikle karşı karşıya değilsiniz, bu konuyu netleştirelim. Peki neden? Bu soruların bir cevabı varsa neden cevaplar üzerine konuşmayalım ki? Üstelik hem sosyal medyada hem çeşitli kişisel gelişim soslu kitaplarda hem pahalı birtakım konferanslarda bu konuya dair cevabı bildiğini iddia eden bu kadar insan yanılıyor olamaz, değil mi? Açıkçası hem kişisel olarak hem de Freud ve Lacan’ın fikirlerinden dayanak alarak bir yanıt vereceğim: Yanılıyorlar. Şunu çok net bir şekilde vurgulamak gerekli: Çift olmaya dair ve çift kalmaya dair genel geçer, herkes için uygulanabilir bir çözümden bahsetmek mümkün değil. Peki neden?


Bu çok büyük ve oldukça da zor bir soru. Tümüyle yanıtlayabileceğimi sanmıyorum ama bir bakış açısı sunmayı deneyeceğim. Bunun için öncelikle Freud’un Uygarlığın Huzursuzluğu[1] metnine uğramamız gerekli. Freud bu metinde insanların bir arada yaşamalarını sağlayan uygarlaşma sürecinin nasıl başladığını ve bunun insanlar üzerindeki olası etkilerini tartışıyor, okuması oldukça keyifli ve görece anlaşılır bir metin. Freud’a göre insanların bir arada yaşaması her istediklerini yapamayacaklarını kabul etmeleri ve bunu bir yasayla güvence altına almalarıyla mümkün hale gelmiştir. Yani uygarlık bir bedelle birlikte gelir, insanların ruhsallığına birtakım sınırlar dahil olur. Burada geri döndürülmesi mümkün olmayan bir kayıp söz konusudur. Ve kaybın yarattığı boşlukla başa çıkabilmeyi amaçlayan üç tür yatıştırıcının olduğunu söyler: çalışmak ve bilim gibi muazzam oyalanmalar, sanat ve yaratıcılık gibi dolaylı tatminler ve alkol, uyuşturucu gibi keyif verici maddeler. Fakat bunlar da insana nihai bir çözüm sunamaz. Freud acının ve huzursuzluğun bizi üç yönden kuşattığını söyler: ölüme ve çöküşe yazgılı kendi bedenimiz, yıkıcı güçlere sahip olan dış dünya ve üçüncü olarak da diğer insanlarla olan ilişkilerimiz.


Freud’a göre sonuncu acı kaynağı diğer tüm kaynaklardan daha yıkıcıdır ama ilginç bir şekilde insanlar tarafından en gereksiz olarak görülen de odur. Bunun örneklerini gündelik hayatta fazlasıyla görmek mümkün değil mi? Örneğin birinden ayrıldığınızda, arkadaşlık ya da aile ilişkilerinizde problem yaşadığınızda genellikle şöyle bir teselli cümlesi duyarsınız: “Önemli olan sağlıklı olman, baksana, hayat devam ediyor ve sen kendini bu ‘değmeyecek’ insanlar için heba ediyorsun”. Ya da “Diğer insanların ne gibi sorunlar yaşadığını görmüyor musun, maddi durumları ne kadar kötü, haline şükretmen gerekirken takıldığın şeye bak”. Bir arkadaşınızın yaşadığı toksik bir ilişkiyle ilgili bilgece yorumlar yapmak oldukça kolayken, neyin doğru neyin yanlış olduğunu açık bir şekilde tespit etmek mümkünken, iş kendi ilişkinize geldiğinde bütün bu bilgelik ve rasyonelite bir anda çökmüyor mu? Başka bir insanın diğer kişilerle olan her türlü ilişki problemini hafife almak oldukça kolayken kendi başımıza gelenleri istisnai olarak değerlendirmiyor muyuz?


Öyle görünüyor ki Freud haklı! Diğer insanlarla yaşanılan sorunlar acı kaynaklarının en büyüklerinden birisi gibi görünüyor. Kutsal metinler, mitoloji, edebiyat, sinema… Bunların tümünün en çok üzerinde durdukları konu insanlar arası ilişkilerin nasıl düzenleneceği değil mi? Bir ilişki nasıl olmalı? Ne yaparsak düzgün bir adam ya da kadın oluruz? Öteki insanlarla kurduğumuz ilişkilerin sınırını nereye koymalı? Özellikle kültürün ve dinlerin kadınlarla ve kadınlıkla ilgili konularda çok daha hassas olduğunu söylemek mümkün fakat bu konu bu yazının sınırlarını aşacağı için bir kenara bırakıyorum.


Peki, uygarlığı mümkün kılan kayba geri dönelim ve farklı bir perspektiften bakalım: Lacan 11. Semineri olan Psikanalizin Dört Temel Kavramı[2] metninde Aristophanes’in Şölen’de[3] anlattığı mite değinir. Bu mite göre insanlar en başta dört kollu, dört bacaklı ve çift cinsiyetli bir bütündür. Bu insanlar kendileriyle o kadar doludur ki kendilerini Tanırlara eş görmektedirler. Yuvarlak top şeklindeki bu canlılar mutlu mutlu ortalarda yuvarlanırken çok gürültü çıkarırlar ve tanrıları kızdırırlar. Zeus öfkelenir ve şöyle der: “Galiba bir çare buldum, insanlar hem kalsın (yani yaşamaya devam etsin) hem de kuvvetten düşüp hadlerini bilsinler. İkiye böleceğim onları, böylece hem zayıf düşecekler hem de sayıları artıp bizim için daha faydalı olacaklar. Üstelik iki bacak üstünde doğru dürüst yürüyecekler.” Ve onları kadın ve erkek olarak ikiye ayırır ve bu andan itibaren her cinsiyetli varlık kayıp öteki yarısını bulmaya çabalar. Dolayısıyla Aristophanes’in anlattığı hikâyede söz konusu kaybın çaresi ötekindedir. Bizde eksik olan şeyi öteki bize verebilir.


Lacan bu hikâyeyi kabul etmez. İnsan varlığının kaybolan bir yarısı olduğunu ve insanın hep onun arayışında olduğu şeklindeki mitin doğru olmadığını söyler. Lacan’a göre böyle bir şey mümkün değildir ve 1+1=1 etmez. Elbette Lacan’a göre insanda bir kayıp söz konusudur ama bu kayıp onun varlığıyla ilgili bir kayıptır. Bu savını ortaya koymak için ortaya koyduğu ifade şudur: Il n'y a pas de rapport sexuel, Türkçesiyle “Cinsel ilişki yoktur.” Bu cümlenin Fransızca orijinalinde, ilişki olarak çevrilen kelime rapport sözcüğüdür. Rapport basitçe ilişki anlamına gelmez; daha çok oran/bağıntı anlamına gelir. Yani cümlenin orijinalinde kastedilen anlam cinsel bir oranın, cinsel bir simetrinin olmadığıdır. Bir erkekle bir kadın, bir partnerle diğer partner birbirinin simetriği, bir elmanın yarısı değildir. Lacan şöyle der:


“Aristophanes'in mitosu, canlının aşkta ötekini, cinsel öbür yarısını aradığını ifade ederek, tamamlanma arayışının hazin ve aldatıcı bir imgeyle tasvir eder. Aşkın esrarının mitos düzeyindeki bu temsilinin yerine analiz deneyimi öznenin cinsel tamamlayıcısını arayışını değil de, artık cinsiyetli bir varlıktan ibaret olduğu ve ölümsüz olmadığı anlamına gelen, kendisinin ebediyen kaybedilmiş parçasını arayışını koyar.” (s. 217)


Klinik pratikte bunların örnekleriyle çokça karşılaşmak mümkün. Hatta klinikten ziyade gündelik hayatta bile herkesin çokça duyduğu bir şey bu. Bir türlü istediği/aradığı partneri bulamayan insanlara rastlamışsınızdır. Halihazırda evli olan ya da sevgilisi olan fakat farklı bir kişiyi ya da farklı bir şeyi arayan, bekleyen insanların olduğu sır değil. Örneğin uzun süreli ilişki yaşayan kişilerin akıllarından başka kişilerle cinsel pratikler deneyimlemenin geçtiğini söylemek pek yanlış olmaz. Ya da sürekli farklı partnerlerle birlikte olan kişilerin bu durumdan yakındıklarına şahit olmak. Birçok kişi partnerleriyle yaşadıkları tekrarlayan sorunlu deneyimler yüzünden acı çekmektedir. Çağımızın en can alıcı sorularından bir tanesi şudur denebilir: Nasıl olur da bir kişi başka bir kişiyle birlikte kalabilir? Bunca seçenek varken ve bu seçeneklere ulaşmak bu kadar kolayken nasıl belli bir süre de olsa tek bir kişiyle yetinilebilir? Bu soru görece basit olanı çünkü birlikte kalınabilecek bir partnerin varlığını varsayar. Belki de daha can yakıcı olan soru şu: Birlikte kalınabilecek bir partner nasıl bulunur? Hem arzulanabilecek hem keyif alınabilecek hem de sevilecek bir öteki, bir partner var mıdır? Fantezimiz, yani dünyaya baktığımız pencere böyle bir partner olduğunu varsayar varsaymasına ama bu fantezi de yine aynı imkansızlığa toslar: Cinsel ilişkinin imkansızlığına. Bir özneyi tam bir tatmine, tam bir jouissance’a ulaştırabilecek bir öteki yoktur. Her partner eksiktir, ondan alınabilecek tam ve sonsuz bir keyif yoktur.


Cinsiyetler arasındaki ilişkinin bir formülü yoktur, bu ilişki yazılabilir değildir. Basitçe ötekiyle ilişkiye girmek için şunları şunları yaparsanız kesin bir sonuca ulaşırsınız gibi bir formülden bahsetmek mümkün değildir. Ya da ilişkiden keyif almaya dair garanti bir yöntem yoktur. Hayvanlarda bunun çok daha kolay olduğunu gözlemleyebiliriz: Bir hayvanın partnerini etkilemek için çok çetrefilli hamlelere ihtiyacı yoktur. Biyolojik programının ona dayattığı içgüdüler harekete geçtiğinde gider, istediğini alır ya da alamaz. İnsan ise konuşan-varlık olduğundan ötürü bu imkansızlıkla karşılaşır. Çünkü dil ve uygarlık ondan bir şey alır, onun varlığında bir eksik oluşturur ve özne kendinden alınan bu şeyi telafi etmek için nafile bir çabaya girişir. İlişkiyi var edebilmek, ilişkiye girebilecek bir partner bulmak için türlü yollar icat etmek durumundadır. Sadece bulmak da yetmez, partnerini elinde tutmak için de başka türlü yollar icat etmesi gerekir. Ve bunun herhangi bir kısa yolu, bir bug’ı yoktur.


Bu noktanın, yani eksiği geri döndürmeye dair girişimin Lacancı psikanalizdeki adı arzudur ve arzunun Lacan’ın en yanlış anlaşılan kavramsallaştırmalarından birisi olduğunu ısrarla vurgulamanın elzem olduğunu düşünüyorum. Lacan’ın “arzuna sahip çık” düsturu bir tür hedonizme ve hazcılığa gönderme yapmaz. Aksine Lacan her bir öznenin kastrasyonla ve cinsel ilişkinin yokluğuyla başa çıkmak durumunda olduğunu vurgular. Lacan’a göre arzu eksikten köken alır ve yapısı itibariyle tatmin olması mümkün değildir çünkü söz konusu eksik geri döndürülemezdir. Hiçbir nesne ve hiçbir partner bu eksiği tümüyle kapatamaz. Bu gerçek bir kez kabul edildiğinde, yani özne ebeveynlerinden, partnerlerinden, hayattan alamadığı şeylerden şikâyet etmeyi bırakıp kendi eksiğiyle farklı türde bir ilişki kurabilir hale geldiğinde, söz konusu eksiği kapatacak olan şeyin ötekinde de var olmadığını bir düzeyde anladığında, dünyanın söz konusu özneye sunduğu olanaklar artacaktır. Dolayısıyla bir öznenin arzusunun peşinden gitmesi demek her istediğini yapması demek değildir; daha ziyade her şeyi yapamayacağını ve varlığına dair sorunun cevabının ötekinde olmadığını kabul etmesi ve alamayacaklarından, yapamayacaklarından ve veremeyeceklerinden ziyade yönünü yapabileceklerine ve alıp-verebileceklerine çevirmesidir. Arzuya sahip çıkmak öznenin eksiğine sahip çıkması ve kastrasyonu üstlenmesi anlamına gelmektedir.


Durumu daha iyi anlamak için klinik bir örnek vereyim: Beş yaşlarındaki bir erkek çocuk hastam, kendi oyuncaklarının ne kadar güçlü olduğunu ve kamyonunun ne kadar büyük olduğunu anlatarak başladığı bir seansın belirli bir noktasında şöyle demişti: “Babamın kalemi var bir de, iş yeri kalemi. Ama o babamın kalemi, onu babalar kullanır. Ama benim de kalemlerim var biliyor musun abi, renkli kalemlerim…” Buradaki çocuk, kendi erişimine kapalı bir nesnenin varlığını kabul ettiği andan itibaren, o nesneden feragat ettiği andan itibaren dünyanın ona sunduğu renkleri görebilir ve kullanabilir hale gelmiştir. Lacan’ın arzuyla ilgili nihai konumu budur: kastrasyonu üstlenmek ve onu geri döndürmeye yönelik bitimsiz bir çabaya girmek yerine bu eksiğin sunduğu imkanlarla/renklerle ilişkilenmek.


Örneğin hiçbir zaman idealinizdeki kişiye dönüşmeyecek partnerinizin bir gün o kişiye dönüşeceğini ummaktan vazgeçerek ya onu kendi ötekiliği içinde sevmek ya da partnerinizle ilgili sürekli olarak hayal kırıklığına uğramadığınız bir yol bulmak. Örneğin en mükemmel partneri bulma hayaliyle bir partnerden diğerine, bir erkekten diğerine, bir kadından diğerine gitme zorunluluğu duymak yerine belli özellikleri taşıyan partner ya da partnerlerle daha tatmin dolu ilişkiler kurabilmek. Örneğin beyaz atlı prensi ya da masallardaki prensesi beklemek yerine masalların tanımları gereği gerçekdışı olduğunu idrak edip gerçek insanlarla ilişki kurabilmek. Örneğin bir partnere sahip olmanın ya da tek bir partnerle kalmanın kendi arzunuz değil ötekinin arzusu olduğunu anlamak ve bu dayatmaların dışında, kendi arzunuz doğrultusunda yaşamak…


Cinsel ilişki yoktur formülünün ortaya koyduğu şeylerden birisi de iki özne arasında direkt bir ilişkinin mümkün olmadığıdır. İki kişinin ilişkisinde en az dört unsur vardır: İki partner ve her bir partnerin ötekine dair fantezisi. Yani bu ilişkinin heteroseksüel bir ilişki olduğunu varsayalım: erkek, kadın, erkeğin kadına dair fantezisi ve kadının erkeğe dair fantezisi. (Aslında daha fazla unsur sayılabilir ama bağlamdan kopmamak adına dörtte bırakıyorum). Partner kendi ötekiliği içinde sevilmez, tam da bizim fantezimizin desteğiyle kendi ötekiliğinden arındırıldığı ölçüde sevilir. Ne zamanki bir ilişkide partnerler kendi isteklerini, arzularını söylemeye başlar o zaman ilişkide sorunlar da oluşmaya başlar. Bu konuya örnek olarak bir erkeğin histerik bir kadınla ilişkisi düşünülebilir: Partnerini arzulamaya devam edebilmesi için partnerinin nesne konumunda kalması gereken bir erkek için histerik bir kadınla karşılaşmak başta bu erkeğe gerçek eşini bulduğunu düşündürtebilir. Ama zamanla histerik kadın konuşmaya, sorular sormaya ve talepte bulunmaya başlar. Tam bu noktada histerik özne nesne olma konumundan özne olma konumuna doğru ilerler. İşte bu noktada erkek, partnerinin çok konuştuğuna dair sızlanmaya başlar; onun için konuşan, özne konumunda olan bir kadın, partner olmaya uygun değildir. Erkeklerin kadınların çok konuştuğuna dair yakınmalarını biliyorsunuzdur. Öyle görünüyor ki buradaki mesele kadınların çok konuşması değildir; konuşan bir kadının erkeklerin fantezisine uygun olmamasıdır.


Zizek cinsel ilişkinin yokluğunu bir reklam üzerinden anlatır.[4] Bu reklam bir bira reklamıdır ve reklamda kırlarda tek başına gezen genç bir kadın görürüz. Bu kadın mutlu görünür ama sanki bir eksiği vardır ve tam o anda bir su birikintisinin kenarında bir kurbağa görür. Kurbağayı eline alır, onu öper ve kurbağa aniden yakışıklı ve seksi bir erkeğe dönüşür. Genç kadının mutlu olması için önündeki tek engel de ortadan kalkmıştır. Ve sonrasında gözlerini kapar ve bu erkeğe dudağını uzatır. O anda erkeğin gözlerini devirip bir şey düşündüğünü görürüz. Sonrasında erkek kadını öper ve kadın aniden biraya dönüşür. İşte size cinsel ilişki yoktur formülüne bir örnek. Kadının ve erkeğin fantezileri birbirine tam olarak denk düşmez, birisinin fantezisi gerçekleştiği anda diğerininki sekteye uğrar. Bu örnekte kadının fantezisi, yakışıklı ve fallik bir erkeğe dönüşecek bir kurbağa hakkındadır. Bu kurbağa tam da kadının istediği şeye dönüştüğünde, yani yakışıklı ve fallik bir erkeğe dönüştüğünde işler karmaşıklaşmaya başlar. Artık kurbağa da bir özne olarak sahneye çıkmıştır ve onun da fantezisi devreye girer. O da biraya, yani bir nesneye dönüşebilecek genç ve güzel bir kadın arzulamaktadır. Cinsel ilişki yoktur derken kastedilen şey işte burada sözü edilen asimetridir.


Dolayısıyla Bir haline gelme fantezisi ve öznenin eksiğinin yanıtının Ötekinde olduğuna dair inanç bir yandan bizi diğer insanlarla ilişki kurmaya motive ederken bir yanda da olası ilişkilenme seçeneklerini kısıtlar. Böyle bir fantezinin etkisi altında Ötekini kendi Ötekiliği içinde arzulamak ve sevmek mümkün olmaz. Öznede ilksel bir eksik söz konusudur ve özne bu eksiği gidermek için Ötekine yönelir, bu eksiği geri döndürecek şeyi Ötekinde arar. Yani bu eksik sayesinde yüzümüzü Ötekine döneriz ve bu eksiği bize vermesi için bir beklentiye gireriz. (Bunu sadece bebeklerin yaptığından emin değilim!)


Peki Ötekinin buna yanıtı nedir? Öteki bu eksiği bize vermek için -çoğu zaman- çabalar fakat bize verebileceği tek şey gösterenlerdir, sözcüklerdir. Ve hiçbir gösteren, hiçbir sevgi sözcüğü bu kayıp nesneyi geri döndürebilecek ve onu temsil edebilecek güce sahip değildir. Belki bir süre bu güce sahip olur fakat sonra bu güç elinden gider. Dolayısıyla bu şu anlama gelir: Öteki de tıpkı özne gibi eksiktir, Öteki size eksiğinizi verecek güce sahip değildir.


Aşk ise tam da burada ortaya çıkar: Özne kendindeki eksiği Ötekinden alabileceğine inandığı ölçüde aşık olur ve aşık kalır. Oysaki bu imkansızdır ve bu imkansızlığın adı arzudur. Lacancı kliniğin arzuyu hedefleyen bir klinik olması da bu anlama gelir: Çözüm aşkta değildir çünkü aşkın vaadi yapısal olarak imkansızdır. Öteki, varlıktaki eksiğe nihai bir yanıt sunamaz. Nesne daima kayıptır ve bir özne bu kaybı geri döndürmeye yönelik bitimsiz, yorucu ve imkansız çabanın yerine bu eksiğin tadını çıkarabilir ve bu eksiğin geri döndürülmesine yönelik imkansızlığın sunduğu imkanları kullanabilir. Bu sayede tümüyle kendi fantezisinden müteşekkil olmayan ve radikal olarak öteki olan bir partneri sevebilmek ve onunla kalabilmek mümkün hale gelebilir.


Cinsel ilişkinin imkansızlığını kabul etmenin ve kastrasyonun/eksiğin üstlenilmesinin paradoksal bir biçimde tatmin olma yolunda nasıl yeni imkanlar sunduğunu umarım bir miktar gösterebilmişimdir. Tabii bunlar oturup üzerine rasyonel bir şekilde düşünülerek kabul edilebilecek/üstlenilebilecek şeyler değil. Tüm bunlar bilinçdışı düzeyde olup biten ve gündelik yaşamamıza çeşitli biçimlerde (tekrarlayan ilişki paternleri, semptomlar vs.) sirayet eden durumlar. Bunları ele almak ancak bilinçdışı süreçleri merkeze alan bir psikanaliz sürecinden geçmekle mümkün hale gelebilir, hiç olmazsa buna gönüllü olan kişiler için.


[1] Freud, S. Uygarlığın Huzursuzluğu, çev. Haluk Barışcan, Metis Yayınları, 2011.

[2] Platon, Şölen-Dostluk, çev. Sebahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, İş Bankası Yayınları, 2019.

[3] Lacan, J. Psikanalizin Dört Temel Kavramı - Seminer 11, çev. Nilüfer Erdem, Metis Yayınları, 2016.

コメント


bottom of page